NÜKLEER ENERJİ DÜNYASI

Maddeden Gelen Enerji

IŞINIMDAN (RADYASYONDAN) KORUNMA

Işınım (radyasyon) her yerde bulunmaktadır. Işınımın tıbbi ve endüstriyel amaçlar için faydalı olduğu saptanmıştır. Işınım, üstünde en fazla çalışılan sağlık risklerinden biridir ve bu riskler giderek daha iyi anlaşılmaktadır. Bazıları diğerlerinden daha zararlı olan birçok ışınım türü mevcuttur. Işınımdan ve ışınım üreten süreçlerden güvenle yararlanmanın birçok yolu bulunmaktadır.

Halkın, çevrenin ve çalışanların ışınımdan korunması nükleer enerji endüstrisi için ana güvenlik hedefidir. Işınımdan korunma amaçlı sistematik yaklaşımlar üç prensibe dayanmaktadır: uygulamaların haklılığının kanıtlanması, korunmanın optimizasyonu ve ışınlamanın sınırlandırılması.

 

Evren, aynen dünya ve üzerindeki canlılar gibi, ışınım (radyasyon) seli ile yıkanmaktadır. İnsanoğlu, varlığını keşfettiği 1800’lerin sonlarından bu yana, ışınım (radyasyon) ve ışınetkinlik (radyoaktivite) üzerine birçok kullanım alanı geliştirmiştir.

Tıp bilimi ışınımın nüfuz edici özelliklerinden yararlanan ilkler arasındadır. X-ışınlarının kullanımı insan vücuduna yönelik araştırma ve tedavilerde devrim yaratmıştır. Öte taraftan, faydaların risklerle bir arada bulunduğu ve dolayısıyla insanların ışınıma karşı korunması gerektiği daha ilk yıllardan itibaren anlaşılmıştır. O zamanlardan beri, fayda ve risklerin dengelemesi, ışınım kullanımının ayrılmaz bir parçası haline gelmiştir.

Işınım kaynaklarının, bu kaynakların kullanımlarının ve etkilerinin daha iyi anlaşılmasına paralel olarak, ışınımdan korunma üzerine kuramlar, politikalar, yasal düzenlemeler ve uygulamalar geliştirilmiştir. Bu geliştirme çabaları yukarıda belirtilen fayda-zarar dengeleme işlemine kolaylık sağlayacak şekilde düzenlenmiştir.

Bilimsel ve Tıbbi Temel

Işınım Türleri

Işınım (radyasyon); "atomların yapı taşlarını oluşturan parçacıklar" veya "elektromanyetik dalgalar" halinde uzayda veya maddede yol alan enerjidir.

Işınetkinlik (radyoaktivite), kararsız bir atomun çekirdeğinde meydana gelen ve ışınım (radyasyon) salınımına yol açan kendiliğinden değişimdir. Bu değişim sürecine genellikle atomların “bozunması” adı verilmektedir. Işınetkin atomlar, çoğu kere, söz konusu kimyasal elementin “ışınetkin çekirdekleri (radyonüklitler)” veya “ışınetkin izotopları (radyoaktif izotopları)” olarak adlandırılmaktadır.

Işınım; etkileştiği atomların elektronlarını yerinden çıkarmaya yetecek enerjiye sahip olduğundan, atomların “yüklü hale gelmesine (iyonize olmasına)" yol açmaktadır. Bu tür ışınım; "yüklü hale getiren ışınım (iyonize edici radyasyon)" olarak adlandırılmaktadır. Bu etkileşmeden kaynaklanan iyonların, insan hücrelerinde hasara neden olan kimyasal değişimlere yol açabilme yetisi bulunmaktadır.

Işınım; atomları iyonize etmeye yetecek enerjiye sahip değilse "yüklü hale getirmeyen ışınım (iyonize-edici olmayan radyasyon)" olarak adlandırılmaktadır.

İyonize edici ışınım –alfa parçacıkları, beta parçacıkları, nötronlar ve elektromanyetik ışınım (gama ve x-ışınları) gibi– çeşitli şekillerde bulunmaktadır. Her iyonize edici ışınım türü, madde ile farklı bir şeklide etkileşmekte (insan vücudu da dahil) ve her biri farklı materyal türleri tarafından etkin bir şekilde durdurulabilmektedir (bkz. Şekil 1).


Şekil 1. Farklı Radyasyon Türlerinin Girişkenlik Mesefeleri
KAYNAK: Michigan Üniversitesi, ABD

alfaAlfa Parçacıkları (a); bir atomun çekirdeğinden salınmakta ve iki proton ile iki nötrondan meydana gelmektedir. Bir helyum atom çekirdeği ile özdeş olup, iki kat pozitif yük taşımaktadır. Ağır ve iki kat yüklü olduklarından, enerjilerini madde içinde hızla kaybetmektedir. Bir sayfa kağıt veya insandaki ölü derinin yüzey katmanı tarafından durdurulabilmektedir. Alfa parçacıklarının, sadece, sindirim veya solunum yoluyla vücuda girerek duyarlı hücrelerle temas ettiklerinde, insan sağlığı için tehlike oluşturdukları kabul edilmektedir.

alfaBeta Parçacıkları (b): bir atomun çekirdeğinden yayınlanan elektronlardır. Sadece bir eksi yükleri olduğundan, alfa parçacıklarına oranla madde ile daha az etkileşip, daha derinlere nüfuz edebilmektedir. İnce metal veya plastik katmanlarınca durdurulabilmektedir. Beta-ışıyıcısı maddelerin sindirim ve solunum yoluyla vücuda alındığı durumda tehlikeli olacağı kabul edilmektedir. Bununla birlikte, ışınlama çok şiddetli ise, deride ışınım hasarı da meydana getirebilmektedir.

alfaNötronlar (n); bulundukları atom çekirdeğinden çarpışma veya bölünme (fisyon) yoluyla fırlatılabilirler. Protonlarla neredeyse aynı kütleye sahip olup, elektriksel olarak yüksüz (nötr) parçacıklardır. Yüksüz olma özellikleriyle, madde ile çok zayıf bir şekilde etkileştiklerinden, çok nüfuz edicidirler. Durdurulmaları kolay değildir. En iyi, kalın beton katmanları veya su ve yağ gibi hidrojen atomlarınca zengin materyaller tarafından zırhlanabilirler.

Gama (g) ve x-ışınlarının; her ikisi de elektromanyetik ışınımdır. İlki bir atom çekirdeğinden yayınlanırken, ikincisinin yayınlanmasını atomun elektronlarındaki enerji değişimleri belirlemektedir. Her ikisi de, madde ile az etkileşen, yüksek-enerjili elektromanyetik ışınım türleridir. En iyi, kalın kurşun veya diğer yoğun materyal katmanlarınca durdurulabilmektedir ve bunların ışıyıcıları vücudun dışında bile olsa insan için tehlikeli olmaktadır.

Işınım Kaynakları

Maruz kaldığımız ışınım kaynakları; doğal kaynaklar ve insan-yapımı kaynaklar olarak iki farklı sınıfa ayrılmaktadır.

Doğal Işınım

Doğal ışınım, iyonize edici olsun veya olmasın, “uzay kaynaklı (kozmik)” veya “dünya kaynaklı” olarak karakterize edilebilmektedir. Kozmik ışınım uzaydan gelmektedir ve yıldızların doğum ve ölümlerini de içeren çeşitli süreçlerde ortaya çıkmaktadır. Yeryüzündeki bizler için şu ana dek bilinen en büyük kozmik ışınım kaynağı güneştir.

Kozmik kökenli (cosmogenic) ışınetkin çekirdekler, kozmik ışınımın bir atomun çekirdeğiyle etkileşmesi sonucu oluşmaktadır. Dünyanın atmosferinde ve yerkabuğunun yüzeyinde bulunabilmekte veya meteorlarda veya diğer dünya dışı materyallerde üretilip, daha sonra dünyaya düşmektedirler.

Fazladan iki nötronu olan hidrojen 12.3 yıl yarı ömrü Trityum (3H) ile, ve 5730 yıl yarı ömürlü karbon-14, bütün canlılarda az miktarlarda bulunan ışınetkin çekirdeklerin örnekleri arasındadır.

İlksel (primordial) ışınetkin çekirdekler, dünya ve evrenin yaradılışından bu tarafa mevcuttur. Bunlar tipik olarak uzun-ömürlü olup, yarı ömürleri yüzlerce milyon yıl mertebesindedir. Uranyum-238 (yarı ömrü 4470 milyon yıl), toryum-232 (yarı ömrü 14100 milyon yıl) ve potasyum-40 (yarı ömrü 1280 milyon yıl), ilksel ışınetkin çekirdeklerin önemli örnekleri arasındadır.

Dünya kaynaklı ışınım, yerkürenin kendisinden kaynaklanmaktadır ve yer kabuğuna gömülü başlangıçtan beri var olan (primordial) ve kozmik kökenli (cosmogenic) ışınetkin çekirdeklerin bozunmasıyla meydana gelmektedir. İki yaygın element, uranyum ve toryum, milyonlarca yıl boyunca yavaş yavaş bozunurken iyonize edici ışınım yayarak, sonunda "kararlı ve hiç ışınım yaymayan" kurşuna dönüşmektedir.

Uranyum bozunma zincirinin üyelerinden biri, dünya yüzeyinin yakınında “doğması” halinde atmosfere girebilen radon gazıdır. Işınetkin radon, yerküre içindeki ağır çekirdeklerin bozunması sonucunda oluşmakta, yerküre üzerindeki çatlaklardan kaçarak atmosfere girmektedir. Dolayısıyla, ışınetkin radon gazı soluduğumuz atmosferin bir parçasını da oluşturmaktadır.

Dünyanın bulunduğumuz bölgesinde, toprak, kaya gibi yerküre ile ilgili maddelerde bulunan doğal ışınetkin madde miktarlarına ve türlerine göre değişen miktarlarda da dünya kaynaklı ışınıma maruz kalmaktayız.

Bitkiler ve hayvanlar da çevreden radyoaktif materyal soğurmaktadır. Dolayısıyla, bitki ve hayvanları kullanarak hazırlanan yiyeceklerimiz bile doğal olarak ışınetkindir. Bunun sonucu olarak, vücudumuzda ve özellikle de kemiklerimizde karbon-14, potasyum-40 ve radyum-226 gibi ışınetkin çekirdeklerden az miktarda bulunmaktadır.

Potasyum önemli bir besleyici mineraldir; örneğin muz, ışınetkin potasyum-40 izotopunu içeren, zengin bir potasyum kaynağıdır.

Hem doğada bulunan hem de insan eliyle üretilen, bölümünü oluşturan bir hidrojen izotopu olan trityum da, başta yumuşak dokular ve kanda olmak üzere, az miktarda vücudumuzda da bulunmaktadır.

İnsan-yapımı Işınım

Nükleer bilimin gelişmesi çeşitli yeni ışınım (radyasyon) kaynaklarını, yani "insan-yapımı ışınımı" yaratmıştır. İlk önceleri yerüstünde gerçekleştirilen nükleer silah denemeleri, büyük miktarlarda ışınetkin maddenin arz kürenin etrafını saran üst atmosfere saçılması ile sonuçlanmıştır. Kuzey Yarımküre’deki nüfusun büyük çoğunluğu ve Güney’dekilerin ise bir bölümü bu maddelerden kaynaklanan ışınıma maruz kalmış ve hali hazırda da kalmaya devam etmektedir.

Nükleer enerjinin 1950’lerden bu yana sağladığı gelişme, yakıt çevriminin çeşitli kademelerinden, atmosfere ve suya ışınetkin maddelerin bırakılmasına da yol açmıştır. Bırakılan bu ışınetkin (radyoaktif) maddeler daha çok kullanılmış yakıtın yeniden işlenmesinden ve daha az miktarlarda da yakıt imalatı ve enerji üretiminden kaynaklanmıştır.

Işınım (radyasyon), keşfinden bu yana, tıp sektöründe yaygın bir şekilde kullanılmaktadır. X-ışınlarının kullanımı "yüklü hale getiren ışınımın (iyonize edici radyasyon)" önemli uygulamalarından bir tanesidir. En son gelişme, ameliyathanede cihazları hassas bir şekilde konumlandırabilmek için cerrahlara yol gösterici destek sağlayan, “televizyon ekranlı gerçek-zamanlı X-ışını görüntüleme" sistemleridir. Bilgisayarlı tomografi (CT) ve pozitron salınım tomografisi (PET), gama ışınlarının ileri teknoloji tıbbi kullanımları arasında bulunmaktadır.

Işınım, tümör hücrelerini öldürebilme özelliğiyle, tedavide de kullanılmaktadır. Işınım kaynakları cerrahi olarak tümörlerin içine yerleştirilebildiği gibi, sıvı ışınım kaynakları ile kan akımına zerk edilip hedef hücrelerde yoğunlaştırılabilmektedir. Örneğin, tiroit kanserinin tedavisinde bu yöntem sıkça kullanılmaktadır. Tüm bu işlemler, hem hasta hem de tıp çalışanların iyonize edici ışınıma maruz kalmasına sebep olmaktadır.


Şekil 2. Halkın Tipik Olarak maruz Kaldığı Radyasyon Kaynakları
(yılda mili-Sievert cinsinden)
KAYNAK: UNSCEAR. Sources and Effects of Ionizing Radiation,
Vol. 1(New York: UN, 2000)

Işınlama Düzeyleri

İnsanların tipik olarak hangi düzeylerde ışınıma maruz kaldıkları, en önemli ışınım kaynakları, ve ışınımın etkileri hakkında Birleşmiş Milletler Bilimsel Komitesi (UNSCEAR), 1955’den beri toplamakta olup, tüm kaynaklar yüzünden maruz kalınan ortalama ışınlanma düzeylerini özetleyen bir raporu yaklaşık dört yılda bir yayımlamaktadır. UNSCEAR 2000 sonuçlarını Şekil 2'de özetlenmektedir. (UNSCEAR raporları)

Söz konusu çeşitli doğal ve insan- yapımı ışınım kaynakları tarafından ışınlanmamız, elbette, gönüllü olabileceği gibi istemimiz dışında da olabilmektedir.

Işınlanmanın Etkileri

Bir maddeden geçen ışınım, geçmekte olduğu ortama enerji aktarmaktadır. Örneğin, ışınım insan dokusundan geçerken, bu dokuya enerji bırakmaktadır. Işınım madde ile etkileştikçe enerji kaybetmekte ve dolayısıyla madde de bu enerjiyi kazanmaktadır. Bu yüzden, ışınımı ölçmek için kullanılan birim, soğurulan enerji miktarına dayanmaktadır. Son zamanlarda, ışınım doz miktarı ölçmek için “GRAY” (Gy) birimi kullanılmaktadır.

Bir joule, bir gram suyun sıcaklığını 0.24°C artırmak için gerekli enerjidir.

Doz ve ışınlanma (exposure) terimleri, genelde, eşdeğerdir ve birbiriyle yer değiştirebilir. her ikisi de yaygın olarak kullanılmaktadır.

Bir GRAY, bir kilogram maddeye bir joule enerji aktaran ışınım soğurulması olarak tanımlanmaktadır.

İyonize edici ışınımın bazı türleri diğerlerinden daha tahrip edicidir. Örneğin alfa parçacıkları, büyük kütleleri ve elektriksel yükleri nedeniyle çok kısa mesafelerde çok miktarda enerji aktarma eğilimi taşıdıklarından, duyarlı biyolojik dokular boyunca hareket ettikleri taktirde ciddi hasar meydana getirebilmektedir. Diğer taraftan, nötronlar atomlarla çok seyrek etkileşmekte, ama etkileştiklerinde yarattıkları etki kayda değer olabilmektedir.

Bu nedenlerden ötürü, farklı ışınım türlerine, fiziksel olarak aktardıkları enerji ile neden oldukları hasarın biyolojik önemini ilişkilendirmekte kullanılan, farklı ağırlık faktörleri verilmektedir. Bu biyolojik önemi ölçmekte kullanılan birim SIEVERT (Sv) dir.

SIEVERT, aktarılan GRAY cinsinden enerjinin ilgili ağırlık faktörü ile çarpımına eşittir.

Faktör büyüdükçe öngörülen hasar da büyümektedir. Bu faktör alfa parçacıkları için 20; nötronlar için, enerjilerine göre, 5-20 arası; gama, beta ve x-ışınları için 1 dir.

Hasar tahmin edilirken,

  • tüm vücudun mu yoksa sadece bir bölümünün mü, ve

  • vücudun hangi bölümünün

ışınıma maruz kaldığını hesaba katmak gerekmektedir. Farklı dokular (örneğin, akciğerler, karaciğer, kemikler) ışınım hasarına karşı farklı duyarlılıklara sahiptir.

İnsanlar iyonize edici olmayan ışınımla rutin olarak karşılaşırlar. Bu ışınım görünür ışığımızı, radyo ve televizyon sinyallerimizi oluşturmakta, bilgisayar ekranlarımızdan yayınlanmakta ve mikrodalga fırınlardaki yiyeceklerimizi ısıtmaktadır. Düşük enerjileri yüzünden, tüm bu örnekler şimdiye kadar iyonize edici olmayan radyasyon şeklinde sınıflandırılmaktadır.

Örneğin, uranyum tarafından salınan biyolojik açıdan en önemli ışınım alfa parçacıklarıdır. Bunlar bir insanın derisinden bile nüfuz edemediklerinden, derinin uranyum tozuna maruz kalması genellikle tehlikeli bulunmamaktadır. Fakat aynı toz solunduğu ve duyarlı akciğer dokusuna komşu olduğu taktirde, maruz kalan hücreler için son derece hasar verici olabilmektedir. Bu durumda, öncelikle sadece tek bir doku ışınıma maruz kalmakta ve aktarılan enerji yalnızca bu doku ile sınırlı olmaktadır.

Her hangi bir dokunun ışınlanma değerini, diğer dokuların ışınlanma değerleri ile karşılaştırılabilir hale getirmek amacıyla bilim adamları doku ağırlık faktörlerini geliştirmiştir. Bu sayede, tüm vücudu etkileyen herhangi bir ışınım türü ile sadece belirli bir organı etkileyen başka bir ışınım türünün biyolojik etkilerini mukayese etmek ve birbirleri ile toplamak mümkün hale gelmektedir. Ayrıca, bu sayede farklı radyasyon ışınlamalarının biyolojik etkilerini tek bir ölçek üzerinde gösterme olanağı da doğmaktadır.

Işınlanmanın Biyolojik Etkileri

Işınım, tüm zehirli maddeler içinde, üzerinde en fazla çalışma yapılanlardan biridir. Kanser yapan kimyasal maddelerin aksine, dokunulamasa da, tadına bakılamasa da ve kokusu duyulamasa da, varlığının belirlenmesi ve miktarının saptanması gayet kolaydır. Işınımın maddeye nüfuzu ile ilgili fiziksel olaylar gayet iyi anlaşılmış olması, farklı miktarlardaki ışınlanmalarının insanlar üzerindeki etkilerinin bilimsel olarak incelenmesini mümkün kılmaktadır.

Buna karşın, ışınım fiziği hikayenin sadece başlangıcıdır. Daha yakından bakıldığında, iyonize edici ışınımın enerjisini içinden geçtiği maddenin atomlarına aktardığı görülmektedir. Su, vücudumuzda en bol bulunan molekül olduğundan, ışınımın geçişi sırasında oldukça sık iyonize olmaktadır. Bir başka ifadeyle, su molekülleri, ışınım tarafından, normal olmayacak bir şekilde kimyasal açıdan reaktif hale getirilmektedir. Bu su molekülleri, insan doku hücresi içinde bulunan bir dioksiribonükleik asit (DNA) molekülüne komşu bir konumdaysa, onu tahrip edebilmektedir. DNA, hücrenin yeniden üreme (kendini yenileme) motorudur. Işınım tarafından zarar görmüş hücrelerin başına prensipte aşağıda listelenen 3 farklı şey gelebilmektedir:


Şekil 3.Işınımın Hücreye Zarar Vermesinin Ardından
Gerçekleşebilecek Olası Biyolojik Sonuçlar
  • Hücre kendini başarıyla onarabilir,

  • Hücre kendini onarmakta başarısız olur ve ölür,

  • Hücre kendini onaramaz, fakat ölmez.

Uzun vadeli etkilere dönük potansiyel üçüncü seçenekte saklıdır; hasar, hücrenin kanserleşmesine yol açabilir. İlaveten, hasar gören hücre insanın üreme hücresi – bir yumurta veya sperm hücresi – ise, DNA’nın gördüğü hasar, genetik bir mutasyona yol açma potansiyeli taşımaktadır. Bu iki potansiyel etki, radyasyon sağlığı bilim adamlarının iki temel endişe kaynağıdır.

Işınetkin çekirdekler vücudumuza girdikten sonra belirli bir süre vücutta kalmaktadır. Bu çekirdekler ışınetkin bozunma yardımıyla ya kararlı çekirdeklere dönüşmekte veya biyolojik işlevler yardımıyla vücuttan atılmaktadır. Bu ışınetkin çekirdekler yüzünden vücudun aldığı doz miktarını hesaba katabilmek ve ilgili risklerin normalden daha düşük olacak şekilde tahmin edilmelerini engellemek için, yasal amaçlarla, ışınetkin maddenin vücut içine alınmasının ardından, vücudu içerden 50 yıl süreyle ışınlaması sonucunda ortaya çıkacak doz miktarının hesabı yapılmaktadır. Hesaplanan bu doza "işlenmiş doz (committed dose)" adı verilmektedir.

İnsanlar iyonize edici radyasyona maruz kaldıklarında, sağlıklarına yönelik olası etkiler aşağıdaki gibi sınıflandırılabilir:

  • Radyasyona maruz kalındığında hemen ortaya çıkan ve "deterministtik" etkiler olarak adlandırılan, ivedi etkiler (kesin etkiler).

  • Kendilerini ancak çok yıllar sonra ortaya çıkaran ve "stokastik" etkiler olarak anılan, geç etkiler (olasılıksal etkiler).

Işınımın insanlarda deterministtik (kesin) etkilere yol açma eşik düzeyi 0.25 Sievert (250 miliSievert) civarındadır. Bu eşiğin üzerinde kalan doz miktarına bağlı olarak çeşitli biyolojik tepkime türleri meydana gelmekte ve doz arttıkça etkilerin şiddeti de artmaktadır (bkz. Şekil 4).

Bu denli yüksek radyasyon ışınlanmaları çok nadirdir ve böylesi ışınlanmalara maruz kalan insanlara yönelik tıbbi tedaviler büyük ölçüde gelişmiştir ve geliştirilmeye de devam edilmektedir.


Şekil 4.Yüksek Dozlarda Işınımın Deterministtik Etkileri


Stokastik (olasılıksal) etkilerin ortaya çıkması kesin değildir; ancak, ortaya çıkma olasılıkları artan ışınlanma ile artmaktadır. Lösemi de dahil olmak üzere kanserler, önemli stokastik etkilerdir. Üreme hücreleri ışınlanmaya maruz kaldığı taktirde genetik değişikliklerin meydana gelmesi de kuramsal olarak mümkündür. Fakat, Hiroşima, Nagasaki ve Çernobil’den hayatta kalanlar dahil, üzerinde araştırma yapılan hiçbir insan grubunda bu tür genetik değişiklikler gözlenmemiştir.

Yüksek Dozlardaki Riskler

Tek bir seferde kısa sürede alınan yüksek ışınım (radyasyon) dozlarının etkileri hakkında önemli miktarda bilgi birikimi mevcut bulunmaktadır. Japonya’ya karşı atom bombası kullanılmasından bu yana geçen sürede, ışınıma maruz kalıp da hayatta kalan 100,000 kurban tıbbi olarak izlenmiştir. Bu nüfus içindeki ölümlerin yaklaşık %20’si bir tür kansere bağlı olarak gerçekleşmiştir. Bu oran, herhangi bir Batı toplumunda benzer bileşimdeki herhangi bir nüfus grubu için ortalama kanserden ölüm oranına yaklaşık olarak eşittir. Bununla beraber, bombalamaya maruz kalmayan benzer Japon nüfus topluluklarıyla karşılaştırıldığında, bombada sonra hayatta kalanlar içindeki kanser ölümlerinin 400 kadarının bomba patlamalarında alınan ışınımla ilişkilendirilebileceği sonucuna varılmıştır.

Japonya bombalamaları dahil, yüksek dozun söz konusu olduğu kazalardan toplanan bilgiler yardımıyla bir doz-etki eğrisi oluşturmak mümkün hale gelmiştir. Bu eğri hesaplanan bireysel ışınlanma miktarları ile öngörülen kanser ölümleri sayısını ilişkilendirmektedir. Bu eğri herhangi bir ışınlanma düzeyine karşılık toplumda fazladan oluşmadı beklenen kanser ölümleri sayısının tahmin edilmesinde ve oluşan fazladan ölümlerin açıklanmasında kullanılmaktadır. Her 1 Sievert ışınlanma için, %20’lik “normal” kanserden ölüm olasılığının üzerine, ilave bir %5'lik risk daha binmektedir. Bir başka ifadeyle, 1 Sievert’lik fazladan ışınlanma maruz kalındığında, ömür-boyu kansere yakalanma riski %20’den %25’e yükselmektedir.

Düşük Dozlardaki Riskler

Aynen bütün bilimsel çalışmalarda genellikle olduğu gibi, ışınımın biyolojik etkileri konusunda da bilinenler ve bilinmeyenler bulunmaktadır. Bugüne dek dikkate alınan istatistik değerleri, nispeten yüksek sayılabilecek dozları esas almıştır. Yüksek dozlarda, kanser riski artışının ne kadarından ışınımın (radyasyonun) sorumlu tutulabileceği bilinmektedir.

Bütün insanların maruz kaldığı doğal fon ışınımın dozunun veya bazı çalışanların işleri gereği aldıkları düşük ışınım dozlarının benzer etkilere sebep olup olmayacağı ise henüz bilinmemektedir.

Yüksek doza maruz kalmış insanlardan elde edilen veriler, doğal fon düzeylerinin takriben 100 mSv kadar üzerinden başlayarak, doz miktarı ile artan kanser riski arasında kesin bir ilişki olduğuna işaret etmektedir. Bu düzeyin altındaki ışınlanmalara yönelik bugüne kadarki çalışmalar, hasar yönünden herhangi bir istatistiksel kanıt ortaya koymamıştır. Doğal fon dozunun üzerine fazladan 100 mSv’lik doz miktarının altında ışınıma maruz kalan birçok nüfus grubuyla yapılan çalışmalarda, bu fazladan ışınıma maruz kalmayan benzer nüfus gruplarıyla karşılaştırmalı olarak, hiçbir kanser artışı gözlenmemiştir.

Öte yandan, ışınımın yüksek dozlarda kanser yaptığı bilindiğinden ve konuya ilişkin biyolojik mekanizmalar hakkındaki bilgimiz tam olmadığından, düşük ışınım dozlarının kansere yol açamayacağını varsaymak da makul bulunmamaktadır. Bu yüzden, alınan her dozun, ne kadar küçük olursa olsun, dozla orantılı belli bir risk taşıdığını varsaymak her zaman sağgörülü bir davranış olarak kabul edilmiştir. Bir başka ifadeyle, bir güvenlik eşiği bulunmadığı varsayılmaktadır. Her ne kadar küçük olursa olsun, hiç risk içermeyen bir doz bulunmamaktadır.

Her radyasyon dozunun belli bir risk taşıdığı ve riskin dozla orantılı olduğu varsayımları, doğası gereği oldukça muhafazakar bir hipotez oluşturmaktadır. LNT (eşiksiz doğrusal hipotez) olarak adlandırılan bu hipotez, ışınımla korunma ile ilgili yasal düzenlemeleri oluşturmada ve gerekli uygulamaları kurallarını belirlemede temel olarak kullanılmaktadır. Düşük dozların kanser riski taşıyıp taşımadığına dair kesin bilimsel kanıt bulunmadığından, böyle sağgörülü ve ihtiyatlı bir yaklaşımın seçilmesi uygun görülmüştür.

Işınımdan Korunma Sistemi ve İlgili Yasal Düzenlemeler

Radyasyondan korunmanın amacı, halkı ışınımın zararlı etkilerine karşı korurken, ışınlanmaya ile ilgili faydalı faaliyetlere de imkan tanımaktır.

Dünya çapında uygulanan "ışınımdan korunma sistemi", 1928’de, Uluslararası Radyoloji Kongresi’nde Uluslararası Radyasyondan Korunma Komisyonu (ICRP)’nin kurulmasından başlamıştır. Bu sistem, yukarıda sözü edilen nüfus toplulukları gibi ışınlanmaya maruz kalan insanlar üzerinde yapılan çok sayıda araştırmayla kazanılan bilgiyi uygulamak ve radyasyonun bitkiler, böcekler ve hayvanlar üzerindeki etkilerini incelemek suretiyle geliştirilmiştir. Dünya ölçeğinde kabul görmüş bu sistem halen üç temel prensibe sahip bulunmaktadır:

  • Işınlanmaya yol açacak uygulamaların, hayata geçirilmeden önce haklılıklarının kanıtlanması (gerekçeleme prensibi),

  • Korunmanın optimizasyonu;

  • Bireylerin ışınlanmalarının sınırlandırılması.

ICRP’nin tavsiyeleri’nde sistematik hale getirilen bu yaklaşım, fiilen tüm ulusal yasal düzenlemelerde hayata geçirilmiştir. ICRP, yıllık olarak toplanmakta ve yeni gelişmeleri yansıtmak üzere ihtiyaç duyuldukça tavsiyeler yayımlamaktadır. Mevcut ışınımdan korunma sistemi, gelişme halinde olup, ICRP’nin yeni tavsiyeler setinin gündeme gelmesiyle, esaslı bir revizyona tabi tutulacağı düşünülmektedir. Bütün farklı yeni gelişmeler arasında, "insan-dışı türlerin radyasyondan korunmasının öngörülmesi" özellikle vurgulanmaya değerdir.

ICRP Tavsiyeleri ayrıca Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı'nın Temel Güvenlik Standartları (BBS) gibi uluslararası standartlarda ve AB direktifleri (örnek: 96/29/EURATOM) gibi bölgesel anlaşmalarda da yansıma bulmaktadır.

 

Gerekçeleme Prensibi

Söz konusu olan hiçbir uygulamaya, haklılığı kanıtlanmadıkça izin verilmemesi prensibidir. Böylesi bir konudaki karar kriterleri, sadece bilimsel değerlendirmelere dayalı olmamakta; sosyal, ekonomik ve ahlaki faktörleri de gözetmesi gerekmektedir. Bilim dünyası riskleri değerlendirebilir ve risk hakkında bilgi üretebilir. Ancak, risk yaratan uygulamanın mazur görülüp görülmeyeceğine, demokratik yöntemleri kullanarak eninde sonunda karar verecek olan toplumun kendisidir. Bu karar süreci, esas itibariyle, toplumun konu ile ilgili kanaatine bağlı bulunmaktadır.

Gerekçeleme prensibi, her durum için ayrı ayrı kullanılmaktadır. Önemli nokta, insanları ışınıma maruz bırakma kararını alanların, önceden haklı gerekçelerini hazırlamaları gerekmesidir. Ayrıca bu gerekçelerin toplum tarafından kabul edilmemesi olasılığına da hazırlıklı olunması gerekmektedir.

Genel bir örnek olarak, x-ışınlarının tıp sektöründe alışılagelmiş gösterilebilir. Bir hastayı x-ışınımına maruz bırakmadan önce, sağlık personelinin her seferinde çok hassas bir değerlendirme yapması gerekmektedir. Işınıma maruz bırakmak suretiyle yaratılan kanser riskindeki artış ile, x-ışınları kullanarak gerçekleştirilecek tedaviden elde edilecek faydalar karşılaştırılarak karar verilmelidir.

Benzer bir şekilde, birçok ülkede, nükleer enerji kullanarak elektrik üretmenin faydaları ile nükleer enerjiden kaynaklanacak riskler, kamu politikalarını belirlerken hassas bir şekilde tartılmalı, kararlar ona göre verilmektedir.

 

Optimizasyon Prensibi

Korunmayı optimize etme prensibi sadece mazur görüleceği kanaatine varılan uygulamalar içindir. Optimizasyon prensibi, tüm ışınlanmaların “mümkün olabilecek en düşük seviyede tutulmasını” gerektirmektedir. Nükleer terminolojide ALARA olarak da bilinen bu prensip, İngilizcesi "As Low As Reasonably Achievable" olan cümlenin baş harflerinden oluşturulmuştur. ALARA prensibini, aşağıdaki sorularla pratiğe aktarmak mümkündür:

  • Bu özel durumdaki ışınlanmayı azaltmak için gerekenler yapılmış mıdır?

  • Işınlanmayı daha fazla azaltmak mümkün ve makul müdür?

Optimizasyon hedefinin, yani ALARA’nın; ışınlanmaları sıfıra indirgemek yerine, her durumun kendi koşulları çerçevesinde riskleri kabul edilebilir bir düzeye azaltmayı güvence altına almak demek olduğunu vurgulamamız gerekmektedir. Neyin kabul edilebilir olduğu ise, bilimsel ve sosyal bir karar konusudur.

Bu amaçla, ışınım kaynağının boyutunun en aza indirilmesi, bireyin ışınıma maruz kaldığı sürenin sınırlandırılması, ışınım kaynakları ile insanlar arasındaki mesafenin arttırılması, zırhlama kullanılması v.b. gibi çeşitli yöntemler kullanılmaktadır.

Bir uygulamada ışınlanan insanların sayısı ve dozların coğrafi dağılımı (örneğin, belirli bir coğrafi alandaki halkın ışınıma maruz kalması) da optimizasyon bakımından önem taşıyan konular arasında bulunmaktadır.

 

Sınırlandırma Prensibi

Dozların, ALARA gereğince optimize edilmesinden önce, bireylerin maruz kalacakları ışınlanmalara sınır getirilmesi gerekmektedir. Sınırlandırma, bilimsel çalışmalar ışığında belirlenmiş doz sınırları kullanılarak gerçekleştirilmektedir. Bireylerin bu sınırları aşan dozlara maruz kalmaması gerekmektedir.

Halktan bireyler için yıllık ışınlanma sınırları 1 mili-Sievert olarak belirlenmiştir. Bu sınır değeri üzerinde hem ulusal hem de uluslararası düzeylerde anlaşmaya varılmıştır.

Radyasyon çalışanları için uluslararası sınır, beş yıllık bir dönemin hiçbir çalışma yılında 50 mili-Sievert'i aşmamak kaydıyla, toplamda 100 mSv dir. Bazı ulusal düzenleyici kurumlar, çalışanlar için daha sıkı bir sınır olan yıllık 20 mili-Sievert uygulamaktadırlar. Pratikte, ALARA prensibi ve nükleer tesislerden gaz ve sıvı boşaltımları üzerine getirilen sınırlamalar gibi önlemlerin titizlikle uygulanması sayesinde, gerçekleşen/ortalama dozlar söz konusu sınırların çok altında kalmaktadır.

Otoyol hız sınırlarında olduğu gibi, doz sınırı da, üzerine çıkıldığında korkunç sonuçların ortaya çıkacağı, altında kalındığında ise kesinlikle hiçbir olumsuzluğun yaşanmayacağı bir sınır anlamına gelmemektedir. Sadece, toplumların ve toplumları temsil eden ulusal hükümetlerin bu sınırların üzerindeki rutin şartlar içine girmemeyi yeğlediği bir düzeyi temsil etmektedir. Işınımla ilgili alınan birçok kararda olduğu gibi doz sınırları da, riskler ile ilgili ulaşılabilen en iyi bilimsel bilgi birikimini içerse de, sonuç itibariyle tamamen yargısal bir özellik içermektedir.

Özet olarak, haklılığı kanıtlanan herhangi bir uygulama için, ışınımdan korunma, tüm bireysel dozlar mümkün olabilecek en alt düzeyde, fakat aynı zamanda ilgili yasalarla belirlenmiş sınırın da altında olacak şekilde, optimize edilmelidir.

 

Nükleer Endüstride Işınımdan Korunma

Uranyum ve türev izotopları doğal olarak ışınım (radyasyon) yayınladığından, nükleer bölünme (fisyon) ışınım yayınladığından ve ışınım yayınlayan atık meydana getirdiğinden, "ışınımdan korunma", nükleer endüstri açısından temel bir güvenlik konusu niteliğindedir. Bununla birlikte, nükleer yakıt çevriminin çeşitli sektörleri farklı ışınımdan korunma sorunlarıyla karşılaşmaktadır.

Çevrenin sürekli izlenmesi, bütün nükleer tesisler için yasal bir şarttır.

 

Örneğin, uranyum madenciliği çalışanların uranyum ve onun türev ürünlerini içeren toza maruz kalmasına yol açmaktadır. Bunlar, solunumla alınabilecek alfa-yayınlayan ışınetkin çekirdekler yüzünden akciğerler için tehlikeli olabilmektedir. Dolayısıyla, madenin yeterince havalandırılmasına ve çalışanların solunum yönünden korunmasına gerek duyulmaktadır. Aynı alfa-yayınlayıcı çekirdekler, “ön” (front-end) yakıt çevrim işlemleri sırasında da en başta gelen potansiyel tehlike kaynağıdırlar.

Nükleer enerji santralarında, çalışanların ışınıma maruz kalması genellikle nüfuz edici özelliği daha fazla olan gama yayınlayan kobalt-60 gibi ışınetkin çekirdeklerden kaynaklanmaktadır. Bu ışınım, sadece santral içindeki, borular ve reaktör kalbinin soğutulmasıyla doğrudan bağlantılı sistemlerden alınabilmektedir. Bunlar, çalışanlar için genelde yalnızca anılan sistemlerin bakımı sırasında bir risk oluşturmaktadır. Normal işletme sırasında bu sistemler zırhlanmış durumdadır ve çalışanlar tehlikeli alanların dışında tutulmaktadır. Çalışanların bakım sırasında korunması zırh kullanarak, iş bölümünü uygun şekilde yaparak ve işi ışınım-yayınlayan kaynaklar yakınındaki çalışma sürelerini en aza indirecek şekilde yöneterek gerçekleştirilmektedir.

Kullanılmış yakıt idaresi dahil, atık yönetimi faaliyetleri kökenli ışınlanma tehlikeleri büyük ölçüde gama-yayınlayan ışınetkin çekirdeklerden kaynaklanmaktadır. Düşük (LLW) ve orta (ILW) seviyeli nükleer atık için, kobalt-60 en önemli ışınım kaynağıdır. Yüksek seviyeli atık ve kullanılmış nükleer yakıt için, sezyum-137 ve stronsiyum-90 gibi bölünme (fisyon) ürünleri önem taşıyan ışınım kaynaklarıdır. Atık yönetiminde, ışınım kaynaklarını çalışanlardan uzak tutan ve özel olarak tasarımlanan tesis, ekipman ve prosedürlerin kullanılması sayesinde ışınlanma en aza indirilmeye çalışılmaktadır.

Nükleer yakıt çevriminin çeşitli bölümleri çevreye az miktarda ışınetkin madde bırakır. Bu dışarıya bırakılan maddelerin büyük çoğunluğu kullanılmış nükleer yakıtın yeniden işlenmesinden kaynaklanmakla birlikte, nükleer santrallerden de normal işletme sırasında salınım söz konusudur. Bu bağlamda, halkı ve çevreyi korumak için, bu salınımları en aza indirmek ve sürekli ölçümler almak gerekmektedir. Hava ve su atıklarının filtrelenmesi ve saflaştırılması işlemleri anılan ışınetkin salınımları en aza indirirken, tüm nükleer tesisler civarında kapsamlı çevresel izleme yapılarak işlemlerin uygun şekilde gerçekleştirilmesi kontrol altında tutulmaktadır.


Kazaya Karşı Harekat

Hiçbir insan faaliyeti için sıfır risk olası değildir. Tüm radyolojik etkinliklerde çok yüksek düzeyde nükleer güvenlik sağlanmasına karşın, çalışanların ve halkın ışınlanmasını gündeme getiren kazalar meydana gelebilmekte ve bunlar (Çernobil gibi) uluslararası boyutta olabilmektedir. Bu yüzden uluslararası toplum, nükleer acil durum hazırlığı ve nükleer kaza yönetimi için ayrıntılı programlar ve yaklaşımlar geliştirmiştir.

Bu programların ve yaklaşımların temel gayesi, bu türden olayların yaratacağı olumsuz sonuçları en aza indirmektir. Nükleer kaza hazırlığı, hızla hayata geçirilebilecek planlar ve süreçler geliştirilmesini içermektedir. Bu çerçevede öncelikle çeşitli “kaza senaryolar” tasavvur edilerek değerlendirilmekte, daha sonra da, gerekli tüm hizmet birimleriyle danışma halinde, temel bir örgütsel yapı ve şartlara göre değişen bir planlanmış karşı harekat seti geliştirilmektedir. Bu esnek planlar daha sonra uygulanmaya her an hazır olacak şekilde tutulmakta ve sık sık prova edilmektedir.

Hazırlık programları kapsamında komuta ve iletişim sistemleri geliştirilmekte, programda görev alması muhtemel çeşitli kurum, kuruluş ve hizmetlerin sorumlulukları dikkatle tanımlanmakta ve görev alacak personelin düzenli bir şekilde eğitilmesi sağlanmaktadır. Dünyadaki bütün nükleer tesislerde, bu tür planlar yapılmakta ve ilgili örgütsel yapılar oluşturulmaktadır. Bu planlar hazırlanırken diğer ilgili kuruluşlarla beraber çalışılmaktadır. Bir programda karar verici konumunda olacak kişiler, teknik uzmanlar tarafından sürekli eğitilmektedir. Bu ilgili kişiler, kendi aralarında düzenli eğitim faaliyetleri de düzenlemektedir. Birçok ülkede, nükleer tesis civarında yaşayan halk da bilgilendirilmekte ve eğitim amaçlı provalara ve tatbikatlara katılmaları sağlanmaktadır.

Yıllar Sonra Çernobil’in Sağlık Etkileri

Çernobil kazasının sağlık etkileri akut sağlık etkileri ve geç sağlık etkileri olarak ikiye ayrılmaktadır:

Akut sağlık etkileri, santral personeli ile acil durum halinde yangın mücadelesi yapan, tıbbi yardım sağlayan ve ivedi temizlik işlemlerine katkı yapan kişiler arasında ortaya çıkmıştır. Kazanın doğrudan sonucu olarak 31 kişi hayatını kaybetmiş ve 140 kadar kişi çeşitli derecelerde ışınım (radyasyon) hastalığına ve sakatlığına yakalanmıştır. Halktan hiç kimse bu tür etkilere maruz kalmamıştır.

Geç sağlık etkileri bağlamında, eski Sovyetler Birliği’nin kirlilik bulaşan bölgelerinde yaşayan çocuklar arasındaki tiroit kanserlerinde, aksi kanıtlanmadıkça kaza ile ilişkilendirilmesi gereken, gerçek ve önemli bir artış söz konusu ortaya çıkmıştır. Örneğin, kazadan önceki sekiz yılda, BeyazRusya’nın başlıca çocukluk çağı tiroit kanseri teşhis ve tedavi merkezi olan Minsk’de, sadece beş çocukluk çağı (0-14 yaş) tiroit kanseri vakası görülmüştü. Beyaz Rusya’da 1998 sonu itibariyle çocuklardaki toplam tiroit kanserlerinin sayısı 600’ü aşmıştır. Benzer şekilde, Ukrayna da 1986 ile 1998 arasında 402 tiroit kanseri vakası yaşanmıştır. Bu vakalar arasından üç çocuk hayatını kaybederken, geri kalanlar başarıyla tedavi edilmiştir. Anılan bölgelerde yaşayan yetişkinler arasındaki tiroit kanserlerinde de bir miktar artış olması muhtemeldir. Tiroit kanserlerinin bu artışının gözlenen eğiliminden, tepe noktasına henüz ulaşılmadığı ve bu kanser türünün bir süre daha bölgedeki doğal oranının üstünde görüleceği tahmin edilmektedir.

Diğer taraftan, halk üzerinde bugüne kadar yapılan bilimsel ve tıbbi gözlemler, diğer kanser türlerinde veya lösemide, doğuştan gelen anomalilerde, olumsuz hamilelik sonuçlarında veya kaza ile ilişkilendirilebilecek diğer radyasyon-kökenli hastalıklarda “doğal” düzeylerinin üzerinde bir bulgu ortaya koymamıştır.

Acil duruma karşı harekat, nükleer tesisin ve kazanın doğasına göre gerekli önlemlerin uygulamaya konması anlamına gelmektedir (örneğin; yangın, tesis de kaza eseri oluşacak zincirleme tepkime veya ışınetkin maddelerin salınması gibi). Özellikle nükleer santraller olmak üzere büyük nükleer tesisler, oluşabilecek kazanının gelişmesini önlemeye yönelik birçok engelle donatılmıştır. Ciddi kazaların oluşabilmesi için, bu engellerin birer birer arızalanması ve işlevini yarine getiremez hale gelmesi gerekmektedir. Normalde, ciddi kazaların, halka karşı tehlikeye oluşturmadan önce uzun bir gelişim sürecinden geçmesi gerekmektedir. Ciddi bir kazaya karşı koruyucu önlemler alınması ile ilgili bir uyarı için genellikle saatler, bazen de günler mertebesinde zaman bulunmaktadır.

Bir nükleer veya ışınetkin maddelerle ile ilgili acil durumun ilk aşamalarında alınabilecek üç tür karşı tedbir bulunmaktadır:

  • Etkilenen insanların kapalı alanlara/sığınaklara alınması: Bu açıdan basit önlemler etkin olabilmektedir. Çevreye bırakılan ışınetkin bulutun halka olan etkilerini büyük ölçüde azaltmanın en kolay yolu, halktan, bulutun rüzgar ve hava sayesinde dağılmasını beklerken, kapalı yerlere girmelerini, tüm pencereleri ve havalandırma sistemlerini kapamalarını istemektir.

  • Etkilenen halkın tahliye edilmesi: Bu önleme, beklenen salınımın yeterince yüksek olduğu tahmin edildiğinde başvurulmaktadır. Tahliyenin, bir salınımdan önce ve bu salınımın muhtemel yönü ve dağılım hızı hakkında zaruri meteorolojik değerlendirmeler yapıldıktan sonra gerçekleştirilmesi halinde en etkin sonucu vereceği aşikardır.

  • Etkilenen insanlara ışınetkin olmayan, kararlı bir iyot formu içeren iyot tabletleri verilmesi: Kararlı iyodun tabletler vasıtasıyla alınması, bölünme (fisyon) tepkimesi sırasında oluşan ve ciddi bir kaza sonucu bir nükleer santralden kaynaklanabilecek bir salınımın önemli bir bölümünü oluşturacak, radyoaktif iyodun vücuda alınmasını büyük ölçüde azaltabilmektedir. İyot, vücut tarafından çeşitli amaçlarla kullanılmakta ve tiroit bezinde depolanmaktadır. Dolayısıyla, vücuda giren ışınetkin iyot tiroitte yoğunlaşarak, başta çocuklarda olmak üzere, tiroit kanserine yol açabilecek bir dozu tiroit bezlerine aktarmaktadır. Yerde biriken radyoaktif iyot da, benzer sonuçlara yol açacak şekilde, süte ve diğer yiyeceklere geçebilmektedir. Bu yüzdendir ki, çözüm, iyot tabletleri almak suretiyle, tiroit bezini ışınetkin olmayan, kararlı iyot ile “doldurmaktır”. Daha sonra vücuda girecek herhangi bir iyot fazlalığı, ter ve idrar ile, hızla atılacaktır.

Birçok ülkede, bölünme (fisyon) ürünleri salınımına karşı hassas konumdaki nüfus topluluklarına süratle iyot tabletleri sağlanmasına yönelik adımlar atılmaktadır. Bununla beraber, iyot tabletlerinin kullanımı, barındırma ve boşaltmaya ilave bir önlem olarak görülmelidir.

Kazanın Ardından Eskiye Dönüş için Düzeltme Çabaları

Bir acil durum kontrol altına alınıp, halkın korunması sağlandıktan sonra, uzun vadeli düzeltme ve iyileştirme çalışmaları başlatılması gerekmektedir. Bu çerçevede, çevreye aktarılan kirlilik düzeylerinin saptanması, bireylerin alacağı dozların tayin edilmesi ve uygun temizlik ve tıbbi izleme programlarının geliştirilmesi ilk yapılacaklar arasındadır. Kirlenmiş toprakların, özellikle de yiyecek üretiminde kullanılanların, temizlenmesi bu programların önemli bir bölümünü oluşturacaktır. Işınımın kolaylıkla algılanabilir olması gerçeği, mevcut birçok ilgili temizleme tekniğinin uygulanmasına büyük ölçüde katkı sağlamaktadır.

Hasar gören Çernobil reaktörünü çevreleyen alandaki gibi çok ciddi kirlilik olması durumunda, kaza-öncesi düzeylere geri dönmek, ancak tüm üst katman toprağının ve nebatatının sökülüp atılması veya yerel ürünlerin tüketimine gönüllü kısıtlama koyulması gibi aşırı önlemlere başvurmak suretiyle gerçekleştirilebilmektedir.

Kaynaklar

  1. UNSCEAR (Işınımın Etkileri üzerine Birleşmiş Milletler Bilimsel Komitesi), "Report on sources of radiation along with average exposures", (Çernobil ile ilgili özel bir bölüm de içermektedir) New York: UNSCEAR, 2000 (yaklaşık dört yılda bir yayınlanmaktadır).

  2. ICRP, International Commission on Radiation Protection, Publication 60. Stockholm: ICRP, 1991.

  3. NEA, Radiation Protection Overview: International Aspects and Perspective, Paris: OECD, 1994.

  4. NRPB (National Radiological Protection Board), Living With Radiation, Chilton: NRPB, 1998.

  5. AEA, The Radiochemical Manual. Harwell: AEA Technology, plc, 1998.

  6. NEA, A Critical Review of the System of Radiation Protection: First Reflections of the OECD/NEA Committee on Radiation Protection and Public Health (CRPPH), Paris: OECD, 2000.

  7. NEA, Developments in Radiation Health Sciences and Their Impact on Radiation Protection, Paris: OECD, 1998.

  8. NEA, Better Integration of Radiation Protection in Modern Society, Workshop Proceedings, Villigen, Switzerland, 23-25 January 2001. Paris: OECD, 2002.

  9. NEA, Experience from International Nuclear Emergency Exercises: The INEX 2 Series, Paris: OECD, 2001.

Nuclear Energy Today" isimli OECD Nükleer Enerji Ajansı Dokümanından Tercüme Eden ve Düzenleyen:  SÜLEYMAN SIRRI ÖZTEK